9 Nisan 2016 Cumartesi

Su Hakkı Seminerinden...

28 Kasım 2013 Perşembe

SU HAKKI KAMPANYASINDAKİ SUNUM (TR-ING)

Su Hakkı Kampanyası, 2 Kasım Cumartesi günü saat 13.00 ile 18.30 arasında “Su adaleti olmadan demokrasi olmaz! Ortak varlıklarımızı ve su hakkımızı savunuyoruz” başlıklı bir panel ve forum düzenledi. 100 kişiye yakın katılımcının olduğu toplantının panel kısmında sekiz konuşmacı su krizinden iklim değişikliğine, özelleştirmeden tekrar kamulaştırmaya kadar su meselesinin çeşitli boyutlarını dile getirdi. 



Su Hakkı Vakfı'nın Kampanya etkinliği için hazırladığım "Tarihi İstanbul Çeşmeleri Kurtarılmalıdır Kampanyası" başlıklı Türkçe sunum burada!

Academia.edu *.PDF kopyası burada!

Aynı içeriğin İngilizcesi de şurada.

(A presentation about "The Historical Fountains of Istanbul Should be Saved" Campaign is here!)

Etiketler: , , , , , ,

14 Ağustos 2013 Çarşamba

AÇIK RADYO "SU HAKKI"NDA...

Açık Radyo'daki kardeş programlardan "Su Hakkı"nda Nuran Yüce ve Akgün İlhan ile İstanbul çeşmeleri ve bu Kampanya hakkında konuştuk..

Program hakkında bkz: Açık Radyo Su Hakkı Programı

Su Hakkı Kampanyası için: Su Hakkı.Org
28 Ağustos 2013'te yayınlanan Kampanya hakkında konuştuğumuz programın ses kopyası şurada!
Burada da 22 Ağustos 2013'te İstanbul'un tarihi çeşmeleri üzerine yaptığımız sohbet var!

Etiketler: , , , , ,

26 Haziran 2013 Çarşamba

İstanbul Ansiklopedisi- "Çeşmeler" Maddesi



İSTANBUL ÇEŞMELERİ

Avniye Tansuğ

Ortaçağı kapatıp, yeniçağı başlatan 1453, içinden deniz geçen şehrin de kabuğundan çıkıp, dört yüz yıl sürecek bir su uygarlığı başkentine dönüşmesine yol açmıştı. “Çeşmeler” de İstanbul’un toprağın altında ve üstünde kurduğu su ağının, su yüzüne çıkan ipuçları olarak, insanla buluşma noktalarıdır. Onlar bir kültür ve mimarlık kalıtı olmanın yanı sıra arkalarında Mimar Sinan öncülüğünde gelişmiş, doğa dostu ve ileri bir teknoloji saklar. Evliya Çelebi, “Seyahatname”sinde İstanbul’da kapalı alanlardakiler de dâhil olmak üzere 13.995 çeşme olduğunu belirtir. Hep olduğu gibi, Evliya’nın gene abarttığı düşünülebilirse de bu rakamın kaynağının IV. Murad’ın yaptırdığı bir bina sayımı sonunda ortaya çıkan “Evsaf-ı Konstantiniye” olduğu söyleniyor...

 “Çeşme” Farsça “çeşm”; “göz” sözcüğünden türemiş olup, Osmanlı Türkçesinde “suyun geldiği yer”, “kaynak” bağlamında Arapça “göz” anlamına gelen “ayn” sözcüğü de kullanılırmış. Suya verilen önem bundan güzel anlatılabilir mi? Bedeninin en önemli parçası ile suyu ona getiren yapıyı eşanlamlı tutan ve bu yaklaşımı dört yüz yıl yaşatan bir kültürden söz ediyoruz. Dünya başkenti İstanbul’un çeşmeleri de bu kültürün en insancıl, en elle tutulur ögeleriydi. Çeşmenin “hazne”, “çatı”, “saçak”, “ayna taşı”, “lüle”, “salma”, “burma”, “kemer”, “niş”, “yalak”, “seki”,“bani” gibi terimlerle çeşitlenen kendine has bir dili vardır. “Kitabe” de çeşmenin künyesidir: yaptıranın kimliği, -açıkça ya da harf oyunlarıyla- yapım yılı, bir mesaj, bir dua, bazen vakıf şartları ve onlara uymayacak olanlara beddua, bir şiir, şairin kimliği, sonraki dönemlerde hat sanatının en güzel örneklerini taşıyan taş ya da mermer levha. Başka yapı türlerinde de kullanılan kitabe, çeşmeye gelindiğinde bu nedenle çok özel önem taşır.
Edhem Eldem mezar taşlarının artık birer obje olarak değil, birer metin olarak da alınmaya başlandığına dikkat çekiyor. Eldem, bunun bir evrim olduğunu belirterek, artık metnin arkasındaki bazı şeylere bakılmaya başlanmasını, “ayrıntılara inme ve onları daha genel bir söylemin içine oturtma çalışmalarının gerekli bir aşaması” olarak görüyor. Çeşmeleri doğru okumak için onların yeri, konumu, mimari özellikleri, işlevleri gibi verilerin tümünü değerlendirmek gerekliyse de yaptıranın ve şairinin mesajı en somut biçimde oradan verildiğinden çeşme kitabeleri de herhalde böyle okunmalı. Ne var ki en çok tahribata uğramış çeşme ögesi de kitabeler. 
Kitabelerin yazı dili büyük çoğunluğunda Osmanlıca olmakla beraber az sayıda örnekte Arapça ve Farsça kullanılmıştır. En önemli özelliklerinden biri de hat sanatının ilk kez taşa geçmesine yol açması olan kitabe üzerine harfler kabartma olarak işlenir, şairler tarih düşürmeyi bazen “ebced” yöntemiyle bazen de “Tamiye” denen harf oyunuyla yaparlarmış. XV. yüzyıl çeşmelerinde kitabe içeriği az ve öz iken XVI. yüzyıldan itibaren tarih düşürülmeye, XVIII. yüzyıldan itibaren de divan edebiyatı metinleri kitabelere taşınmaya başlandığında halkın onları okuması zorlaşmış doğal olarak. Hakan Karateke ve Hatice Aynur, ilk dönemlerde “klişe de olsalar, yaşayan edebiyattan bire bir taşa aktarıldığı için” kitabelerdeki manzum metinleri “divan edebiyatının halka taşınması girişimi” olarak değerlendirirler. Örneğin Vehbi’nin Bab-ı Hümayun’daki III. Ahmed Çeşmesi kitabesindeki şiir Türk çeşme edebiyatının başyapıtlarından sayılır. Enis Batur, Nedim’in çeşmelere tarih düşürmek için Divan’ında geniş yer ayırdığına dikkat çekerken, bunu bir taraftan da şairin “şehrinin geçirdiği dönüşüm ve gelişime karşı duyduğu bağlılık” olarak görür. 

İstanbul çeşmeleri ile doğrudan ilgili XX. yüzyıl kaynaklarının başında “Başvekil İsmet” ve “Maarif Vekili Hasan Ali Yücel”in önsözleriyle İbrahim Hilmi Tanışık’ın iki ciltlik “İstanbul Çeşmeleri” kitabı gelir. “Maarif Matbaası Nakit İşleri Muhasibi” Tanışık, kitabelere duyduğu kişisel meraktan dolayı evinde fişleme yöntemiyle giriştiği bu belgeleme harekâtında kitabın ikinci cildini, bir buçuk yıl sonra bastırabilmiş. İkinci cildin önsözünü yazarken ilk saptadığı çeşmelerin yüzde beşinin imar ve benzeri nedenlerle “yok olduğunu” da üzülerek eklemiş. Tanışık yaklaşık onbeş yıllık bu çalışmasıyla 727 adet çeşme belgelemiş. Hatta evindeki sıkışıklıktan dolayı bazı çeşmelerin tarihlerini karıştırdığı da olmuş. Bunu kendisi de itiraf ettiği gibi, “III. Ahmed Devri İstanbul Çeşmeleri”nde Karateke ve Aynur da belirtiyorlar. Sonradan Robert Anhegger ve Semavi Eyice, Tanışık’ın çalışmasını makaleleriyle takviye etmişler. Kazım Çeçen ise İstanbul’da 1553 çeşme saptamış. Daha sonra İzzet Kumbaracılar, 1938’de "İstanbul Sebilleri"ni yayınlamış. Cavit Baysun manzum kitabeli çeşmeleri derlemiş. Affan Egemen de 1993’de yayınlanan “İstanbul'un Çeşme ve Sebilleri Resimleri ve Kitabeleri ile 1165 Çeşme ve Sebil” kitabıyla bir güncelleme denemesine girişmiş. Aynur ve Karateke, divanlardaki kitabeleri tarayarak 1995’de “III. Ahmed Devri İstanbul Çeşmeleri” başlıklı kitabı yayınlanmış. Nuran Kara Pilehvarian, Nur Urfalıoğlu, Lütfü Yazıcıoğlu, 2000 yılında “Osmanlı Başkenti İstanbul’da Çeşmeler”i yayınlamışlar. Bu kitabın 1984-1986 yılları arasında yapılan ve son çeyrek yüzyılın en köklü çeşme kurtarma harekâtı olan “Tarihi İstanbul Çeşmeleri Kurtarılmalıdır” kampanyasının akademik üssü Yıldız Üniversitesi’ndeki birikimden de yararlandığı görülüyor (Bkz. http://tarihiistanbulcesmeleri.blogspot.com/). Kitapta bu kampanyanın omurgasının oluşturulduğu “Tarihi İstanbul Çeşmeleri I. Semineri”nin bildiri kitapçığına sıkça gönderme de yapılıyor. Muzaffer Alper ve Behçet Alper’in İstanbul çeşmelerine hasrettiği naif fakat geniş kapsamlı “Cesmeler.gen.tr” web sitesi de destek bekliyor. 

Çeşmenin en önemli işlevi su vermek ise de özellikle İstanbul’da çok boyutlu başka işlevleri de vardır. Şehir planlamadaki rolü bunların başında gelir. Cengiz Bektaş, bu olguyu “mekȃnı toplama ve tanımlama” diye tanımlar. “Üsküdar meydanındaki III. Ahmet Çeşmesi, Çengelköy’deki meydan çeşmesi gibi. Bunlar denizle kara arasında, o mekȃnda, toplayıcı ve tanımlayıcı. Boyutları karşısındaki insana göre ölçeklendirildiği için ilgi ve sevgi uyandırıcı. Trafiği bile yönlendirici işlevleri var”. Semavi Eyice, şehircilik açısından “yangın söndürme”yi de ekledikten sonra çeşmenin dinsel, estetik, edebi, tarihi, coğrafi işlevlerine dikkat çeker. 

Coğrafi işlevlerin başında ordunun sefere, kervanların ticarete çıktığı önemli yolların kesişip ayrıldığı yerlerdeki “Ayrılık” çeşmelerinde olduğu gibi “yön belirleme” gelir. “Ayrılık”; birbirlerinden “orada” ayrılan “önemli yollar” ve o yollara çıkan, arkalarından sular dökülen “insanlar” içindir. En bilinen “ayrılık” çeşmelerinden biri bugün Kadıköy, Yeldeğirmeni’nde bulunan, ancak Marmaray projesi nedeniyle kendisi de yerinden ayrılacak olan, IV. Murad’ın yaptırdığı çeşmedir. Değil mi ki yerinden edilecek, kendi kültürlerarası yolculuklarında bu çeşmeden etkilenen Kudsi Erguner de aynı çeşmeyi bu kez neyi yerine kalemiyle “La Fontaine de la Séparation” yapar ve Fransızlarla buluşmaya Paris’e götürür. Kitabın bu coğrafyada çok tutulmasında -babası ormancı ve suyolcu olduğundan mı adı böyledir- La Fontaine ahfadının genetik kodlarında suya verilen önemin de rolü olabilir mi? 

Çeşmenin işlevleri yukarda sayılanlarla sınırlı değildir. Verdiği suyun özelliğine göre, bazı suların bazı hastalıklara iyi gelmesi de çeşmenin sağlıkla doğrudan ilintili işlevlerinden biridir. Keza Anadolu uygarlıklarının süre getirdiği estetik ve sağlık amaçlı “su sesi” elde etme, İstanbul’da da sürmüş, buna III. Ahmed Kütüphanesi çeşmesinde olduğu gibi “gizli dinlemeleri engelleme” işlevi de eklenmiştir. 

Tıpkı, “biçim”in işlevi izlemesi gibi “işlev” ile “yer” arasında da sıkı bir ilişki olduğu açıktır. Genellikle yeri değiştirilen çeşme işlevsiz kalır. Bazen işlevi kalmayan çeşmenin yerinin değiştirildiği de olmuştur. Bir dehşetengiz örnek: Cellat Çeşmesi. Abdülmecid’in, sarayda cellât bulundurulmasını yasaklamasından sonra II. Abdülhamid, cellatların infazdan sonra kanlı palalarını yıkadığı, Topkapı Sarayı’ndaki “Cellât Çeşmesi”ni kaldırtıp, yerine “Hamidiye” çeşmesini kondurmuştu. Bunu da II. Wilhelm’in İstanbul ziyareti öncesine zamanladığı söylenir. 

Ekrem Hakkı Ayverdi, aslında İstanbul’un ilk çeşmelerinin, Fatih’in 856-1452 yıllarında Rumelihisarı ile birlikte yaptırdığı çeşmeler olduğunu hatırlatıyor. 1453’den sonra Fatih’in Belgrad ormanındaki hattın onarımı ve Bozdoğan kemerinin altına kondurduğu “Kırkçeşme” ile İstanbul’un tarihi yarımadası ilk su bolluğunu yaşamıştır. Tanışık’ın bulabildiği en eski kitabeli İstanbul çeşmeleri ise tarihi yarımadada Davutpaşa Çeşmesi (1495), Beyoğlu’nda Hasköy Çeşmesi (1524) Anadolu yakasında da bugün yerinde olmayan Babüssaade Mehmed Ağa (1506) çeşmesidir. XV. yüzyılın çeşmeleri genellikle tek yüzlü, yalın, mahalle çeşmeleridir. Ayna taşı ve sivri kemeri, yalakları ile ya mahalledeki bir cami duvarına gömülü ya da külliyelerin köşelerindedirler. 

Kurulan altyapı ve uygulanan dağıtım politikası XV. yüzyılda mahallelere su verilmesine izin verirken XVI. yüzyıldan sonra gene özel izinle evlere su verilmeye başlanmışsa da “mahallelinin çeşmesindeki su mahallelinindir”! Bu yüzden sakaların da hangi çeşmelerden su alabileceği konusu sıkı kurallara bağlanmış, kitabelere yazılmıştır. Bir zamanlar iskele ve sancak simgesi kırmızı ve yeşil fenerleri olup, karanlıkta da işe yaraması mümkün olan Kasımpaşa, Kaptan Gazi Hasan Paşa çeşmesinde olduğu gibi. Sakalar, XX. yüzyıl ortalarına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. 

Çeşme yaptıranlar, kimi zaman çeşmenin geleceğini koruma altına almak için kitabe üzerinden önlem alırlar. Bunlar çoğunlukla yaptırım yerine geçecek ciddi tehditlerdir. Örneğin Çengelköy’deki Kavasbaşı Ahmed Ağa Çeşmesi’nin “bani”si Ahmed Ağa’nın yaptığı gibi: “Mehmed Hüsrev Paşa okçubaşısı Ahmed adındaki hayır sahibi kişi, Çengelköyü’nde Çakaldağı mevkiinde sahibi olduğu mülkün bahçesi içinde yedi su kuyusu kazdırmıştı. Bu kuyulardan çıkan leziz su, Allah rızası için yaptırılan iki çeşme, bir musluk ve bir savağa nakledildi. Zamanla birisi bu leziz suyu kaynağından çalmaya cesaret eder ya da ‘bu su buraya fazla’ diyerek bir damlasını bile başka bir yere nakletmeye çalışırsa, iki cihanda kahrolsun, alçalsın, her türlü ziyana uğrasın... 1270 (1854)”.

XVI. yüzyılın çeşmeleri biçim ve malzeme açısından yalın özelliklerini korurken, yer, konum ve mimari açından hareketlenmeye başlarlar. Tek yüzlü duvar çeşmelerine çok yüzlü köşe çeşmeleri eklenir, Taşıdığı sülüs hat ile çok değerli örneklerden biri olan Yedikule’deki Uşşaki Tekke çeşmesininki gibi hat sanatının konuşturulduğu kitabeler hariç, süslemelerde pek artış yoktur.

XVI. yüzyılın sonları ve XVII. yüzyıllar İstanbul’da da anıtsal çeşmelerin öncülerinin ortaya çıktığı dönemlerdir. Süslemeler artmış, malzeme renkli taşlarla ve -saray ileri gelenlerinin yaptırdığı çeşmelerde- mermer ile çeşitlenmeye, istiridye kabuğu biçimindeki kemerlerin ilk örnekleri belirmeye başlamıştır. XVI. yüzyıl örnekleri olarak üç yüzlü bir menzil çeşmesi olan Bostancı’da Bağdat Caddesi’ndeki Çatalçeşme, Küçük Ayasofya’da Çardaklı Hamam köşesindeki Sadrazam Rüstem Paşa Çeşmesi, Eyüp’te Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi, Cerrahpaşa Camii avlu köşesindeki Sadrazam Cerrah Paşa Çeşmesi sayılabilir. XVII. yüzyıl çeşmelerinin belirgin özellikler taşıyan örnekleri arasında ise Eyüp’te, Sadrazam Siyavuş Paşa, Üsküdar’da Mihrimah Sultan, Divanyolu’nda Köprülü Mehmet Paşa, Salacak’ta Silahtar Mustafa Ağa çeşmeleri ile Eminönü, Hatice Turhan Valide Sultan çeşme ve sebili bulunmakta.

XVIII. yüzyılda, ülkenin her alanında görülen batı etkisi çeşmelerde de pek belirgindir.  Kamusal alanların biçimlendirilmesine açık roller üstlenerek İstanbul meydanlarına dikilen, bugün de bu yüzden “kollanan”; Topkapı Sarayı, Bab-ı Hümayun önünde ve Üsküdar Meydanı’ndaki III. Ahmed Çeşmeleri, Topkapı Sarayı’ndaki Saliha Sultan Çeşmesi, Tophane Meydanı’ndaki I. Mahmud Çeşmesi ile Topkapı Sarayında III. Ahmed’in kütüphanesindeki oda çeşmesi bu dönemin ürünleridir. III. Ahmed ile başlayan bir uygulama da çeşmelere tuğra konmasıdır. Cengiz Bektaş, bire bir insana göre ölçeklendirilen çeşmelerin geçirdiği bu değişim ve dönüşümden hoşlanmayanlardandır. III. Ahmed çeşmesi için; “Avrupa ile ilişkiye girmiş bir toplumun kendi özelliklerini savunuşu belgelenir orada” der. 

XVIII. yüzyıl çeşmelerinde klasik Osmanlı biçimleri korunmakla birlikte Avrupai çizgiler, barok mimariye göndermeler ve rokoko izleri görülür. Bu yüzyılın ilk yarısında, mimari ayrıntılarda hareketli ve kıvrımlı kemerler, altın yaldızla süslü mermer kaplı cepheler, yuvarlatılmış köşeler öne çıkarken süslemelerde meyvalı çiçekli desenler ve hatta zaman zaman perspektif de görülür. Antik Yunan düzeninde sütunlar eklenmiş cephesiyle Nuruosmaniye Camii’nin Kapalıçarşı’ya bakan avlu kapısındaki III. Osman Çeşmesi, Kadıköy’deki Halit Ağa, Emirgân’daki I. Abdülhamit, Beykoz’daki On Çeşmeler (İshak Ağa) en ilginç örnekleri oluştururlar. Yüzyılın ikinci yarısında yapılan çeşmelerden önemlileri şunlardır: Zevki Kadın Çeşmesi; Fındıklı, Sineperver Valide Sultan Çeşmesi; Üsküdar, Hekimoğlu Ali Paşa Çeşmesi; Kabataş, Nakşi Kadın Çeşmesi; Sultanahmet, Süleymaniye Meydan Çeşmesi; Süleymaniye, Abdülhamit I, Yatak Odası Çeşmesi; Topkapı Sarayı ve Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi; Eminönü. Bu yüzyıl, Kapalıçarşı’daki Beşir Ağa, Kandilli’deki I. Mahmud Han çeşmeleri gibi XIX. Yüzyılda yaygınlaşacak sütun biçimindeki çeşmelerin öncülerinin de ortaya çıktığı bir dönemdir. 

Çeşmeler artık işlevlerini su vermenin çok ötesine geçirip, kendilerine has “donanım” ve kültürel ve sanatsal “yazılım”larıyla bir taraftan şehrin türlü toplumsal ihtiyaçlarını karşılarken bir taraftan da şehre tarih düşen, kültürünü sanatını yansıtan çok boyutlu “belgesel”lere dönüşmüşlerdir. “Lâle Devri” çeşmelerin altın çağıdır. Ahmet Selbesoğlu bu olguda “dini açıdan sakıncalı görüldüğünden İstanbul meydanlarına heykel koyamayan fakat mekân oluşumunda yönlendirici ve boyut belirleyici görsel merkez faktörünün gerekliliğini hisseden” Osmanlı sanatkârlarının, bu gerekliliği “tüm sanat aşk ve heyecanları ile birleştirerek” ortaya koymasının payını da önemser. Lâle Devri aynı zamanda Avrupa’daki gibi saray-bahçe-su üçlemelerinin İstanbul’da da yaygınlaşmaya başladığı dönemdir. Sadâbâd, Hüsrevâbâd, Emnâbâd, Hümayunâbâd ve diğerleri bir taraftan Osmanlı seçkinlerine daha incelmiş yaşamlar sunarken, bir taraftan da kamusal yaşamı merakla gözlemleyen batılı gezginlerin ilgi odağı olur. Bu bahçelerde havuzlar, sarmaşıklı çardaklar, köşkler, kameriyeler, setler ve duvarlar, parmaklıklar, merdivenler, fıskiye, çeşme ve selsebiller, mermer sofalar, çiçek tarhları, gülistan, lâlezar ve çemenzarlar gibi yapılar bulunur. Bu ortam içinde “çeşme” Samiha Ayverdi’ye göre “şiirin, güzel yazının, taşçılık, dökmecilik, yaldızcılık ve nakkaşlık sanatlarının yarışa çıkıp, hemen de daima berabere kaldıkları bir meydan güreşi”dir.  

Sedad Hakkı Eldem’in Güzel Sanatlar Akademisi’nde kurduğu Rölöve ve Restorasyon Kürsüsü’nde asistanlığını yapan Köksal Anadol “Hoca bize çeşmeler hakkında şunları söylemiş” diyerek aktarıyor: “Çeşmeler, Osmanlı su kültürünün ve estetik mülahazalarının; şehir hayatına aksettirildiği mimari elemanlardır ve kitleleriyle, pozisyonlarına göre değişik şekillerde tatbik edilmişdir. Bahçe duvarlarına, binaların dış veya iç cephelerine monte edilen mahalle çeşmeleri veya özel çeşmeler vardır. Özel çeşmeler umumiyetle üç cepheli olup, devlet ricali veya varlıklı aileler tarafından yaptırılan su yollarından beslenirdi. ...Abidevi çeşmeler, dört cepheli olup, şehrin büyük meydanlarında, mesire yerlerinde veya hasbahçelerde inşa edilirdi. Bir de selsebil dediğimiz, bir nevi süs çeşmeleri vardı ki bunlar sırf su sesi ve görüntüsü yaratmak gibi estetik mülahazalarla havuz başlarında yer alır veya önemli binaların iç veya dış duvarlarına monte edilirdi. Şunu unutmayınız ki Türkler su mimarisinde Avrupa’dan farklı olarak tabiata asgari müdahaleye azami ehemmiyet vermişlerdir.”

Sedad Hakkı Eldem’in kitaplarında da sıkça gönderme yaptığı “yabancı gözlemi” yazılı ve görsel kaynaklarda çeşmeler hiç eksik olmaz. D’Ohsson, Thomas Allom, Melling, Barttlett’in gravürleri bunların başında gelir. İstanbul’a gelen, “harem” efsaneleriyle de tahrik edilen yabancıların en çok merak ettikleri şeylerin arasında toplumsal yaşam vardır. Bu olgu, onların yazılarına ve görsel saptamalarına da yansır. Shirine Hamadeh, Melling’in Tophane, Miss Pardoe’nun yazılarını resimleyen Bartlett’in Emirgân çeşmesi gravürleri gibi görüntüleri yorumlayarak, çeşmelerin kamusal mekânların merkezi unsurları haline gelmelerini, hem bağlı bulundukları dini yapılardan fiziksel ve kurumsal olarak ayrılmalarıyla hem de ölçek ve süsleme tarzları açısından artan gösterişleriyle ilişkilendirir. Nitekim çeşmeler, Cengiz Bektaş’ın onlara biçtiği “mekȃnı toplama ve tanımlama” rolünü, bu dönemlerde neredeyse kahvehanelere kaptıracaktır. 

Kahvehane ve çeşme ilişkisi konusunda Üsküdar, İbrahimağa’daki “Saraçlar Çeşmesi”ne değinmeden geçilmemeli. Adı bugün yalnızca eskiden üzerinde bulunduğu sokakta bir de ressam Hoca Ali Rıza’nın tablolarında yaşayan bu namazgâhlı çeşme, Üsküdar’dan Anadolu’ya giden kervanların şehirden ayrıldığı, ayrılırken yakınındaki saraçlarda donanım yeniledikleri için bu adı taşıyordu. Hicran Göze, Süheyl Ünver’in 1920’lerde tıp öğrencisi iken, bu çeşmenin yanındaki kahvede ders çalıştığını, karayollarının yer altına gömdüğü bu çeşmenin ardından “inşallah bundan beşbin yıl sonra burası kazılır ve bu çeşme de turistler görsün diye ortada bırakılır” diye kaydettiğini anlatıyor. Ali Rıza Bey’ den resim dersleri de alan Ünver, bu sözlerinin en güzel kanıtının, hocasının bu çeşmeyi kahvesiyle birlikte konu alan tablosu olacağını söylermiş. 

Lâle Devri resmi ve gayrı resmi tarihlerde farklı yorumlara konu olmaktadır. Bu durumda Batılı gezgin metinlerinden kaynaklanan, yer yer Osmanlı tarihçileri tarafından da doğrulanan olumsuz yorumların da payı vardır. Çeşmelerin etrafında kahvehaneler, mesire yerleri derken, toplumsal yaşamda yeni açılımlar oluşmakta, İstanbul’da bir arada ve ayrı ayrı islami, alaturka ve alafranga yaşam biçimleri ortaya çıkmaktadır. “Bostancıbaşı”nın görev kapsamının genişletilmesi ve çeşmeler, bahçeler, kahvehanelerde bir tür ahlâk zabıtalığına memur edilmesi de herhalde İstanbul’daki mahalle baskılarının ön tipi olsa gerektir. Alan Duben’e göre, İslami geleneklere göre yaşayan kitleler ile etkin bir alafranga yaşam süren azınlık arasındaki ayrışmayı en iyi anlatan, “Yaşadığım Gibi” eserinde, konuya geçmişten kopma bağlamında yaklaşarak “kaybedilenin devam ve bütünlük fikri” olduğunu belirten Tanpınar’dır. 

Stefanos Yerasimos, yapılarının çoğunluğu kent merkezinin dışında bulunmasına rağmen Lâle Devri’nin kültürel faaliyetlerin yoğunlaştığı bir dönem olduğunu vurgular. Yerasimos, anıtsal dört cepheli çeşmelerin yapımının 1730`dan sonra da sürdüğüne, “doğru ve yanlış olarak Osmanlı Barok diye adlandırılan bir üslubun temsilcileri olan bu binaların yanı sıra yeni bir yapı türü olduğu kadar yeni bir işlevin ve yeni bir kültür anlayışının göstergesi olan bağımsız kütüphane yapılarının” da bu dönemde ortaya çıktığına dikkat çeker.   Enis Batur da bu dönemin İmparatorluğun kültürel düzleminde bir doruk noktası oluşturduğunun yadsınamayacağına işaret eder. Gene de İstanbul’da “çeşmelerin yeri ayrıdır”. Sonradan çıkan isyanlarda ilk tahribat seçkin bahçelere yönelik iken halkın çeşmelerine dokunulmaması da bunu doğrulamaktadır.

XIX. yüzyılda, artık batılı yaşam tarzını tercih eden Tanzimat aydınlarının yeni yaşam alanı Beyoğlu’dur. Saray ileri gelenleri de Boğaziçi’nde sahil sarayları yaptırmaktadırlar. XIX. yüzyıl’da Beyoğlu ve Boğaz kıyılarında böylece artan imar, çeşmelerde de artışa yol açar. Devletin Tanzimat ideolojisini yansıtan bu dönem çeşmelerinin ayırt edici özelliği, Pilehvarian’a göre, “Avrupa’daki benzerleri ile yarışabilecek nitelikte”, şehir tasarımında yeri olan, “neredeyse bağımsız yapılar” olmalarıdır. Pilehvarian, Urfalıoğlu ve Yazıcıoğlu; bu döneme özgü ögeler arasında, kıvrımlı kemerlerin yanısıra kemersiz ayna taşları, Neoklasizm’in sık kullandığı Dor, İyon, Korent düzenli sütunlara gönderme yapan cepheler, Divanyolu, II. Mahmud çeşmesinin tepesindeki kürede olduğu gibi güneş biçimli, “ışınsal” tepelikler, oval çerçeve içinde tuğralar, Ampir etkili motifler, barok ve rokoko motiflerle süslü kimi zaman yaldızlı beyaz mermer yüzeyleri sayarlar.  

Maçka, Yıldız,Topkapı, Serencebey, Tarabya ve Fatih’teki Bezmi Alem Valide Sultan çeşmeleri, Yeşilköy’de Abdülmecid Han, Arnavutköy’de Beyhan Sultan Çeşmesi (şimdi  Bebek’te karayolunun kara tarafındadır), Aksaray’da Pertevniyal Valide Sultan, Mısır Çarşısı’nda Hatice Sultan, Mahmut Paşa Camii dışında Perestev Kadın, Kuzguncuk, Paşalimanı’nda Hüseyin Avni Paşa, Silivrikapı’da Bâlâ Tekkesi, Gülhane’deki Bâb-ı Ali  çeşmeleri, Moda’da Hasan Rıza Paşa, Acıbadem’de Baba-Oğul çeşmeleri ve Beşiktaş’ta iken Açıkhava Tiyatrosu karşısına taşınan kitabesiz çeşme XIX. yüzyıl çeşmelerindendir. Bu yüzyılda Kanlıca’da lâle biçimindeki tepeliği ile Kavacık Çeşmesi, Tarabya’da II. Mahmud çeşmesi ve Çengelköy’de lahana biçimindeki Ahmed Ağa çeşmesi gibi sütun çeşmeler de yaygınlaşmıştır. Çengelköy’de bugünkü Karakol binasının önündeki “Lahana Çeşmesi”ni de Kavasbaşı Ahmed Ağa yaptırmıştı.  Neden lahana?  Bu Ahmed Ağa’nın takım tutkusundan kaynaklanan bir seçimdir. O yıllarda biniciliği geliştirmek için Amasya ve Merzifon’da iki takım kurulup, birine “lahanacılar”, diğerine de “bamyacılar” denmiş. Ahmed Ağa da karşılaşmalarda sürekli galip gelen lahanacılar takımındandır ve bu çeşmeyi onların şerefine diktirmiştir. 

Öte yandan meydan çeşmeleri de bu yüzyıllarda oran değiştirip, daha dar ve uzun boylu cepheli çeşmelere dönüşürler. Küçüksu Mihrişah Sultan çeşmesi, yapımı 1901’de tamamlanan, şu anda Maçka’da bulunan D’Aronco imzalı II. Abdülhamit Han Çeşmesi gibi. 

XX. yüzyılın ilk yıllarında XIX. yüzyılın son çeyreğine egemen Eklektik, Art Nouveau üsluplarının, 1910’lardan sonra, uluslararası literatürde Neo Ottoman, ulusal literatürde ise Neo Klasik / I. Ulusal Mimari tanımıyla adlandırılan, Osmanlı ve Selçuklu mimarlığının Klasik dönem biçim ve motiflerinin baskın olduğu üsluba uygun bir tasarım anlayışı ortaya çıkar ( Pilehvarian, Urfalıoğlu ve Yazıcıoğlu). XX. yüzyılın ilk on yılında başlıca çeşme tipleri şöyledir: Mimar D’Aronco’nun Abdülhamid Han çeşmesi gibi cephelerindeki daralma ve uzamanın belirginleştiği çeşmeler, İstinye, Bayram Kaptan çeşmesi gibi, iki kenarı sütunlarla sınırlı çeşmeler, Ayasofya Üçyüzlü Çeşme, Kısıklı Çeşmesi gibi, I. Ulusal Mimari üslubuna uygun olarak süslenmiş çeşmeler.

Bu arada “Saray Mimarı” unvanını da kazanan D’Aronco’nun İstanbul’da çeşmeler de yapmasının asıl nedeni 1894 depremidir. İstanbul’un yeniden imarını desteklemek için İtalyan hükümeti görevli olarak onu yollamıştır. Diğer D’Aronco çeşmeleri arasında Yıldız Sarayı için yaptıkları ve Galata, Şair Ziya Paşa sokağındaki Lâleli Çeşme, Şeyh Zafir Çeşmesi sayılabilir. D’Aronco’nun aslında Tophane’deki Nusretiye Camii’nin önünde yaptığı Abdülhamid Han çeşmesi, 1950’lerde Maçka’ya taşınmış, bu sırada tavan bezemeleri yok olmuştur. Bu çeşme de 1985’de “Tarihi İstanbul Çeşmeleri Kurtarılmalıdır” kampanyası sırasında Taç Vakfı tarafından onarılmıştı. 

II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’na su getirttiği Hamidiye su yolları üzerinde dökme demir ve mermerden üretilen tip çeşmeler de bu yüzyıla has bir özelliktir. Demir döküm çeşmelerden bugün de var olanlar; Beşiktaş, Hamidiye Camii avlusunda, Ortaköy, İskele Meydanında, Göztepe, Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi, Böcekli Cami ve Beyoğlu, Galatasaray Lisesi önündekilerdir. Bu çeşmeler çokgen gövdeli, küçük meydan çeşmeleri olup, dıştan çatı biçiminde üst örtülü, içerden de kuşların da su içebileceği küçük bir iç kubbeye sahiptirler. Saçak ortalarında tarih ve Abdülhamid tuğrası, gövdenin yalakla birleştiği kısımlarda da Paris’te üretildiklerini gösteren kabartma yazılar bulunur. Tepeliklerinin ortası Abdülhamid tuğralı mermer Hamidiye çeşmeleri de tek yüzlü duvar çeşmeleri olup, Yıldız, Beşiktaş (Yahya Efendi Dergâh’ında), Beyoğlu, Esentepe ve Küçükçekmecede’dirler. 

XX. yüzyılın ikinci yarısında “İstanbul’un imarı”na, yetkisiz ve donanımsız kişilerin yaptığı “onarım” tahribatı,  çeşmelerin mülkiyetinin Vakıflar’da mı Belediye’de mi olduğu tartışmalarının yarattığı çekişmeler, böylece onarım sorumluluğunun belirsizleşmesi, artık evlerde sular aktığından, suları kesilen çeşmelerin ve depolarının farklı amaçlarla kullanılması, yalakların çöplüğe dönüşmesi, hemşehrilik bilincinin olmayışı, bilimsel envanterlerin bir türlü tamamlanamaması gibi olgular da eklenince, mahalle ve sokak çeşmelerinin yarısından çoğu yok olmuş, geriye kalanların büyük çoğunluğu da cismen eksikli ve işlevsiz kaldıklarından simgesel özelliklerini, toplumsal önem ve anlamlarını yitirmişlerdir. Daha da kötüsü -1985 çeşme koruma kampanyasından sonra artan duyarlılıktan yararlanan bir açıkgöz basın kuruluşunun “bunlar stilize edilmiş İstanbul çeşmeleridir” diyerek hemen tüm ilçe belediyelerine sattığı beton çeşmeler gibi- uydurma çeşmelerin de şehri kaplamasıdır.  


XXI. yüzyılın ilk on yılında, Ortaylı’nın deyişiyle “XIX. yüzyıla kadar burnundan kıl aldırmayan” dünya başkenti İstanbul’un, bir “Avrupa kültür başkenti” olduğunu kanıtlaması için çeşmelerden de medet umulmakta, en anlamlılar çoktan kaybolmuşken “göze görünen” örnekler kim bilir kaçıncı kez onarılmaktadır.

1942’de konuk profesör olarak Akademi’ye gelen mimar Schütte İstanbul çeşmeleri için “bayramlık elbiselerdeki pırlantalara benzeyen dört köşe kutular” benzetmesini yapmış, sonradan “onarıyoruz” derken bezemeleri de silinen çeşmeler için “bunlar aptal kutularına döndü” demişti. Reşit Soley de 2000’li yıllarda ilk yapılması gerekenin artık işlevsiz kalmış, çoğu zaman fark edilmeyen çeşmelerin “algılanma eşiğinin yükseltilmesi” olduğunu söylüyor. Ne diyelim? “Çıkmadık candan umut kesilmez” misali, “kalan çeşmeler bizimdir” deyip günün birinde onlara “doğru yaklaşılacağını” umut edelim... 

X X X X


İstanbul Ansiklopedisi- NTV Yayınları, Madde: “İstanbul Çeşmeleri” /  Yazan: Avniye Tansuğ                      Sayfa  PAGE   \* MERGEFORMAT 7



Yayın: İstanbul Ansiklopedisi, "Çeşmeler"- NTV Yayınları

Etiketler: , , ,

23 Nisan 2009 Perşembe

Kampanya Broşürü ve Seminer Kitabı

1984-1986 yılları arasında süren "Tarihi İstanbul Çeşmeleri Kurtarılmalıdır" Kampanyası'nın kampanya broşürü ve 1985 Nisan'ında İstanbul Yıldız Üniversitesi'nde yapılan "Tarihi İstanbul Çeşmeleri I. Semineri"nin sadece 500 adet basılan kitabı tükenmiş durumda doğal olarak...
Şurada bu konuda ayrıntılı bilgi içeren bir *PDF dosyası var...
Diğer bilgi ve belgeler de yakında, burada olacak!